Altıncı yüzyılın ilk çeyreğinde Platon’un neredeyse bin yıl
önce kurduğu Akademia’nın Hıristiyan baskısı sonucu Justinianus tarafından
kapatılması ve XI. yüzyıl sonlarında Gazzali’nin siyasi ortam nedeniyle Bağdat’ı
dolayısıyla Medrese’yi terk edişi. Bu iki bilinen örnek bize tarih içerisinde
bilgi-iktidar ilişkisi açısından çok şey anlatır. Birincisinin gerekçesi
“Hıristiyanlıkla Hakikat’e zaten ulaşılmış olduğu”; ikincisinin gerekçesi ise
muhtemelen “Hakikat’in konuşulamaz olması”dır. Gazzali’nin ruhi sıkıntısı sanki
kendisini bu yüzden ‘kirli’ hissetmesiyle ilgili olabilir. Gazzali’nin sonraki
hayatını biliyoruz, malını-mülkünü fukaraya dağıtması ve inziva. Neticede iki
durumda da “Hakikat arayışı veya bilgi üretimi” sekteye uğruyor. İkisi de
tarihi donduruyor.
Parantezin iki ucu olmak kaydıyla “otorite ihtiyacı duymayan
ve sürekli öğrenme çabası içerisindeki olgun bir toplum” ile “zır totaliter ve
bilgi üretiminin yasaklandığı mutlak itaatkâr bir toplum” tahayyül edelim. Birincisi
“çatışmasız ama huzursuz”; ikincisi “baskıcı ve huzurlu” birer toplum olurdu. İkincide
potansiyel çatışma hali, mutlak itaat ile absorbe edilen bir baskıya
dönüşmüştür. Eğer böyle bir imkân olsaydı, insan fıtratı saf haliyle herhalde
birinciyi tercih ederdi. İşte akademi ya da Altınçağ’daki medrese bunun
tortusudur. Hakikati kovalayan, çatışmasız, tartışmalı ama huzursuz. Çünkü
huzur, zehirdir. Gerçek toplum yukarıda tanımlanan iki halin arasında bir
yerlerde oynak bir şekilde konumlanır. Akademinin varsa eğer bir misyonu,
toplumu olabildiğince birinci hale doğru hareketlendirmesi ve işlevini toplumla
birlikte sürdürmesidir.
İnsanın hikâyesinde oyunu bozan, insana ve kendine yabancılaşmış
otorite heveslileridir. Bunlar da kendi içinde ikiye ayrılır: “iktidar” ve “tebaa.”
Bu ikisi birbirini sever ve tamamlar. Birbirine muhtaçtır. Otorite olmadığında
tebaa bir yolunu bulur ve onu inşa eder. Bu ilişki biçimini içselleştiren
otorite, akademiden/medreseden de tebaa davranışı bekler. Çünkü bu anlamıyla
otorite muhteristir, empati yoksunudur, her şeye hakim ve sahip olmak ister.
Dünyası güçten ibaret olduğu için bilgiye ihtiyaç duymaz; ya da güç adına
ihtiyaç duyar. Her toplumun ya bugününde ya da dününde bunun örnekleri boldur.
Akademisyene düşen bilgiyi her türlü otoriteden bağımsız kılmaktır.
Gücü kutsayan her iktidar gerçek anlamda akademi/medrese
veya muadili ne varsa bunlardan korkar. Çünkü hakikat diye bir derdi yoktur.
Bunları kendi amaçlarına hizmet eden, onun açtığı başlıkların altını dolduran
birer tümen olarak görmek ister. Olan biten bunların tekil bir örneğidir.