9 Şubat 2016 Salı

Ortayol


                                                                          “İslâm iyinin ve doğrunun diğer adıdır.”
                                                                                                          Alija İzzetbegoviç

N. Cihangir İSLAM , İlker YILDIZ , Onur ŞAFAK – 10 Ocak 2016

                                                      Ortayol

Zaman ve mekânın idrak ettiğimiz kesişiminde, yeryüzünde yaşayan yaklaşık yedi milyar insanın beşte dördü mevcut dini inanışlardan birine bağlı olduğunu ifade ediyor. Müslümanlar ise dünya nüfusunun yaklaşık dörtte biri. Bugün dünya haritasına bakıldığında müslümanların yoğun olarak yaşadığı hemen hemen bütün bölgelerin çatışma veya işgal alanları olduğu kolaylıkla görülecektir. Myanmar, Keşmir, Afganistan, Irak, Suriye, Yemen, Filistin, Afrika’nın bir çok ülkesi gibi. Müslüman nüfusun savaştan uzak bölgelerinde ise neredeyse tamamına yakınında hem İslâm’ın kadim geleneklerine hem de kendi yönetimindeki müslüman ve diğer topluluklara yabancılaşmış tiranlıkların veya oligarşik baskıcı yönetimlerin hüküm sürdüğü; altında korkunun yattığı bu bölgelerdeki sessizliğin huzurdan, istikrardan veya barıştan kaynaklanmadığı apaçık ortadadır.

Özellikle 1980’de Afganistan’ın dönemin SSCB tarafından işgalinden ve 1979 İran İslam Devriminden sonra Müslümanların gerek işgalci güçlere karşı direniş gerekse, özellikle son dekad içerisinde, kendi baskıcı rejimlerine karşı muhalefet geliştirme gayretleri de hepimizin gözleri önünde cereyan ediyor. Tarihsel anlamda içselleştirilmiş ve zihinlerde meşruiyetini bulabilimiş bir muhalefet geleneğimizin bulunmayışı da hem muhalefet yapmanın yollarını zor ve karmaşık hale getiriyor hem de iktidarda bulunanların, iktidarlarına ve icraatlarına destek vermeyen, onaylamayan, eleştiren veya aktif muhalefet yapan müslüman kitleleri bir düşman gibi algılamasına zemin hazırlıyor. Şu anda konumuz olmamakla birlikte muhalefet güdüklüğünün, özellikle genç nüfusun ‘İslâm adına terör’ eğilimlerini de dolaylı olarak beslediği iddia edilebilir.

Soğuk Savaş sonrasında yerinden oynayan taşların halâ yerine oturmadığı gün gibi ortadayken dünyanın yeni düzenlemesinin nasıl olacağı, yeni sınır çizgilerinin nerelerden geçeceği ve kimler tarafından çizilerek hangi parçaların hangi kutuplara dahil olacağı da bilinmeyenler içerisinde. Binyılın başındaki bu yeniden düzenleme işine Müslümanların seyirci olmaktan çıkarak uygulanabilir, eşitlikçi, barışçı; adaleti ve insanların, etnik-mezhebi grupların tümünü gözeten projelerle, sözleşmelerle kısacası yapıcı siyasetle aktif şekilde katılması dünya, müslümanlar ve İslâm için hayati önemdedir.

Küresel sermaye, yayılmasını yerkürenin her tarafına doğru sürdürerek bir heyula halini alırken insanları, özellikle fakir dünya nüfusunu, her geçen gün daha da kötüleştirdiği şartlarda, yerlerinde oturmaya zorluyor. Kısaca asimetrik bir küreselleşme daha doğru bir ifadeyle ‘susaklaşma’yı andıran yeni bir şekillenme gerçekleşiyor. Sermaye dünyanın bir kutbuna akıtılırken, fakir insanlar ve açlık bölgeleri diğer kutbunda, daha kalabalık ve her geçen gün daha da fakirleşen yığınlar halinde adeta izole ediliyor. Küçük bir grup akçeyi temerküz ederken daha da fakirleşen yığınlar diğer tarafta sadece sefilleştirilen bir nüfus olarak sayıca şişiyor. Böyle bir dünyanın mevcut şartlarla katlanılabilir bir dünya, mevcut durumun sürdürülebilir bir durum olmadığı aşikârdır. Ölüm yolculuğu haline gelen kitlesel göçler, tıpkı tarihte yaşanan büyük göç dalgaları gibi, dünyanın ciddi bir bunalımdan geçtiğini, mevcut demografinin büyük değişimlere gebe olduğunu işaret ediyor.

Müslümanların bütün bu dengesizlikleri gidermede de aktif olarak rol alması, sadece dünyayı her insan için hiç olmazsa yaşanabilir bir yer haline getirmek yolunda değil, kendi hayatlarını yani “dünya hayatını” anlamlı kılmak açısından da bir mecburiyettir. Tüm bunları yapmaya soyunurken biz müslümanların öncelikle neyi hedeflediğimizi ve bunları nasıl hayata geçireceğimizi çok net bir şekilde tespit etmek, çok iyi anlamak ve içselleştirmek zorunluluğumuz vardır.

Şu soruların cevabını vermek biz müslümanlar açısından kaçınılmazdır. An itibarıyle dünyanın yönetiminden sorumlu hale gelmiş olsak nasıl bir “insan” yaklaşımını, nasıl bir “yönetişim” planını; daima sözünü ettiğimiz “adalet”i hangi anlayışla ve ne şekilde yürürlüğe sokarız ?

Müslümanların yoğun olarak yaşadığı devletler içerisinde model olabileceğini gönül rahatlığıyla işaret edebileceğimiz bir ülke var mı ?
Mevcut liderler ve siyasi ekipler içerisinde hangisi veya hangileri sadece müslümanlara değil, başta suistimale açık topluluklar olmak üzere, bütün insanlara ve doğal çevre dahil bütün evrene ümit vadediyor?

Bu çetin soruların cevabını ancak, müslümanlar olarak neye inandığımızı ve nasıl bir hedefimiz olduğunu apaçık ortaya koymak, içselleştirmek, öncelikle hayatımıza geçirmek suretiyle verebiliriz.

Dinler tarihi okumaları Muhammed (ass)’in nübüvvetinin, peygamberler zincirinin son halkası olduğunu bize işaret ediyor. Bunun apaçık anlamı şudur: “Vahyî bilgi yani Allah’tan insana doğru olan bilgi akışı bundan ondört asır önce tamamlanmıştır.” Eğer bu vahyin Allah’tan geldiğine, bizleri hakikate götüren bilgiyi ihtiva ettiğine iman ediyorsak, elimizde Kıyamete kadar yetecek bilgi malzemesi ve yol haritası olduğuna da iman ediyoruz demektir. Bu kadar büyük ve değerli bir kılavuzu elinde tutan biz müslümanların Vahy’in anlamını idrak etmek ve hayatımıza geçirmek yolunda çok daha yoğun bir çaba içerisinde bulunmamız gerekirdi.

Diğer yanda müslümanlar olarak kendi halimizden, birbirimizden dahi yeterince hoşnut olmadığımız, birbirimizi sevmeyi pek de beceremediğimiz, her tür ilişkimizde ciddi sorunlar yaşıyor olduğumuz da ortada. İdari baskıların, eğitim yetersizliğinin, gelir bölüşümündeki adaletsizliğin, güç suistimalinin, sömürünün, zenginleşme hırsının, sansürün, gösterişin, şatafatın, terör de dahil olmak üzere her boyutuyla şiddetin, mezhep savaşlarının, etnik mücadelelerin, dayatmaların ve daha sayılabilecek bir çok musibetin en kötü denebilecek sonuç verileri biz Müslümanların çoğunluk olarak yaşadığı bölgelerde toplanıyor. Etkilerini bir noktaya kadar kabul etmekle birlikte, bütün bu marazayı olduğu gibi dış etkenlere yükleyerek izah etmek, Allah’ın insana yani tek tek bizlere olan güvenini de peşinen inkâr ederek şeytana teslim olmak anlamına gelecektir. Eğer İslâm’ın, bir takım muhaliflerince iddia edildiği gibi, ‘insanları insan olmaktan uzaklaştıran’ bir anlayış olmadığına gerçekten ve kalben inanıyorsak, bunu hem tek tek fertler anlamında hem de toplumsal anlamda hayatımıza sokmamız, önce kendimize göstermemiz gerekmez mi ? O halde bu gibi durumlarda geçerli olan yegâne reçeteyi, dürüstlüğü ve çaba göstermek yolunu seçmemiz; tıpkı ortak atamız Adem (as)’in yaptığı gibi, önce denetimimiz dışında olan ve daima olacak olan dış etkenlerin ve ayartıcı faktörlerin, özetle İblis’in eteklerine sığınmadan suçu ve sorumluluğu üstlenmemiz, ardından da halimizi düzeltmek için yoğun bir arınma ve yeniden işe koyulma gayretinin içine girmemiz bir yükümlülük değil mi ?
Eğer böyle bir niyetimiz varsa, herşeye yeniden başlayabileceğimiz nokta burasıdır.


Unutulmuş bir soru: “Niçin ?”

Türkiye’de yapılan bir çalışmanın sonuçlarına göre Kuran’ın Türkçe Mealini okuyanların oranı on kişiden bir kişiye bile tekabül etmiyor. Bu istatistiksel bilginin asıl sorunumuzu ve çözümü doğrudan ortaya koyamadığını, henüz tanımını dahi tam olarak yapamadığımız meselelerimize bir cevap da oluşturamayacağını peşinen kabul ederek, aslında hepimizce malûm olan bir takım bilinen tespitleri hatırlayarak işe başlayabiliriz.

“Ne,” “neden,” “nasıl” sorularını dış aleme sorar gözlemlerle ve akıl yürütmelerle cevaplarını bulabiliriz. Bu sorulara cevap ararken bilenlerden yardım alabilmemiz de mümkündür. Adaletin “ne” olduğunu bir filozofdan ya da bir alimden, insanların “neden” hasta olabildiklerini bir tıp profesöründen, bir uçağın “nasıl” uçabildiğini bir uçak mühendisinden detaylarıyla öğrenebiliriz. Hatta yeterli kararlılığı ve gayreti gösterebilirsek bizler de bu konularda birer ilmi otorite haline gelebilir, sorulduğunda etraflıca cevaplayabiliriz.

“Niçin” sorusu ise üzerinde herhangi bir ekip çalışması yapamayacağımız, cevabını bulmak yönünde en sevdiğimiz, en güvendiğimiz insanlardan dahi yardım alamayacağımız bir sorudur. Çünkü bu sorunun cevabı, aynı zamanda soruya muhatap olanın asli niyetinin de ifşasıdır. Hakiki ve tatminkâr bir cevap almak söz konusuysa, bu soruyu sorabileceğimiz tek merci ancak ve ancak kendimiz olabilir. “Niçin” sorusunu bir başka insana yöneltmek onun iç dünyasına ve mahremiyetine de yönelmiş, sonuçsuz kalacak bir ihlâldir. En hafif tabirle ‘korunaksız’ bir cevap alabilmeyi ummak bile insan fıtratını hiç kaale almamak anlamına gelir. Siyasi literatüre geçmiş “kendim için bir şey istiyorsam nâmerdim” beyanı, bu sözün sahibinin iç dünyasını doğrudan ve tam olarak yansıtıyor, hakikatle örtüşüyor olsa bile muhatap açısından inandırıcı olması yönünde herhangi bir akli ve objektif gerekçemiz ya da delilimiz yoktur.

“Niçin” sorusu erekselliği de içkin bir soru olduğundan “bilim” ve “felsefe” sınırları içerisinde kalındığı sürece, kendi dışımızdaki “şeyler” hakkında soramayacağımız bir sorudur. Bilim ve felsefe ise bu sorunun cevabını verebilme konusunda bir enstrumana ve alt yapıya sahip değildir. Yetkisizdirler. Tüm bu nedenlerle sadece kendimize sorabileceğimiz bir soru olan “niçin” sorusu aslında “ne oldu da ben varım” ve “ne için yaşıyorum” sorularının bütünleşmiş halidir. Bu konuda yazılabilecek ciltler dolusu kitaplar sadece müellifin kendi adına ulaştığı sonuçlar ve kendine verdiği cevaplar olacaktır. Bu yazılanları dikkate almak elbette mümkündür. Bu cevaplarla aynı sonuçlara da ulaşılabilir ancak kendi içimizde ve kendi duygu ve düşünce serüvenimizi yaşamaksızın bu cevapları kabullenmek, sorunun kendimizce cevaplandırıldığı anlamına gelmeyecektir. Mesele iç tatminimizle, dahili namusumuzla alâkalıdır.

“Niçin yaşıyorum” sorusu “niçin varım” ve “ne için yaşıyorum”un cevabını vereceğinden her cevap, ulaşıldığı andan itibaren kişiyi nesneleştirecektir. Bu soruyu sormadan önce daima, ama çoğu zaman bunun da farkında olmayarak, bir özne olduğu hissiyatını taşıyan, en azından bir ‘özneymiş gibi davranan’ kişi aynı zamanda bir nesne de olduğunu idrak ettiğinde irkilecektir. Niçin sorusunun rahatsız ediciliği, üzerinde düşünmeyi sekteye uğratan ve sormaya yelteneni savsaklamaya teşvik eden tabiatı, muhtemelen, her türlü cevapta insanı nesneleştirmekle sonuçlanması özelliğinden kaynaklanmaktadır. Ne, neden, nasıl gibi soruların aksine, “niçin” sorusuna cevap verilebilmesi doğrudan bizim temel tercihlerimizle, belki de yegâne tercihimizle bağlantılı olduğundan eğitimle alâkalı değildir. Saf ve samimi olmak cesaretini gösterebilmek, cevabın verilmesinde yeterli olacaktır.

“Niçin” sorusuna verilebilecek cevaplar son derece basit bir şekilde sınırlıdır ve bu cevaplar kümesi istisnasız her insan için geçerlidir. Niçin sorusunun her iki ayağını cevaplamanın imkânları iç dünyamızda tezahür eder, insanların eşit fırsatlara sahip olduğu bir alandır ve hakiki anlamdaki cevap kendimizde mahfuzdur.

Tabir caiz ise “tek kişilik kısa bir diyalog”dan ibaret olan “niçin sorusu ve cevabı” öncelikle kendimiz dışında bir kullanım değeri ve imkânı olamayacağı için Felsefe ve bilim tarafından dikkate alınamaz. Diğer yandan her insanın bu cevaba ulaşmak için tecrübe ettiği serüven biriciktir; her insan bu noktada kendi felsefesini, kendi dünya görüşünü kurar, kavramlarımızın içi de anladığımız şekilde kendimizce doldurulur. Bunları dış dünyaya aktarabilsek dahi hakiki serüvenimizin bir başkası tarafından anlaşıldığı şekliyle örtüştüğünü gösterebilecek bir yöntem yoktur. Sadece vardığımız sonuçlar üzerinde konuşabilir ve mutabakat sağlayabiliriz.

Niçin yaşadığının iç muhasebesini yapmayan insanlardan oluşan ve bunu tartışmayan bir toplumun ulaşabileceği yer Araf’tan başka neresi olabilir ?

Kitabî ayetler hakkındaki merakımız bundan öteye gitmezken, Kevnî ayetlerle de aramızın çok iyi olduğunu söyleyemiyoruz. İnsan, toplum, evren, kısaca mevcudat hakkındaki merak yoksunluğunun hem toplumu hem de tek tek fertleri asalak haline getirmesi, nesneleştirmesi kaçınılmaz bir sonuç olur. Kaybettiğimiz hikmeti bulmanın yegâne yolu merak etmek, öğrenmek, kafa yormak, varlık içerisindeki hakiki bağlantıları kurabilmek ve bunu insana külfet haline gelmeyen, yabancılaştırmayan bir estetikle hayatımıza döndürmektir.

Bugün yükselişte olan ateizmin müslümanlar açısından özel bir önemi yoktur. Bu kitle yakından incelendiğinde şu da görülür ki, önemli bir kesimi dürüst, ahlâklı, paylaşımcı, olumlu olanı arayan, ‘tanrılarla’ ve büyük bir çoğunluğu aynı zamanda dinlerle de ilişkilerini kesmiş kişilerden oluşmaktadır. Daha doğrusu beyanları bu yöndedir. Burada Tanrı yerine ikame edilen şeyin ne olduğu; ayrıca dinlerle ilişkisini kestiğini beyan edenlerin gerçekten dinlerin veya hepsi üzerinde dinin bir şekilde etkili olduğu kültürlerin dışında olup olmadıkları tartışması işin bir başka tarafıdır ancak şu andaki konumuz değildir.

Biz Müslümanların payına düşen ve üzerinde uzun uzun düşünerek cevap aramamız gereken husus doğrudan kendimizle alâkalıdır. Ne olmuştur da tanrıları, putları ve insan üzerinde tahakküm kurma hevesindeki mahlûkatın her türünü ve insanın bunları çağrıştıran her davranışını reddedip yüzünü sadece Allah’a ve hakikate çeviren, bütün hurafeden yüz çevirip hikmetin peşinde koşan, Allah’tan gördüğü rahmeti mahlûkata yansıtan, sahici bir hayat kurarak hakikatin peşine düşen bir anlayış adeta tanınmaz hale gelerek kurtulmaya, ayrışmaya çalıştığı muharref dinlerden ve geleneklerden, dışarıdan bakan bir çift göz tarafından, ayırd edilemez hale bürünmüştür. Biz müslümanlar sorumluluğu üzerimize almalı, bunun üzerinde kafa yormalı ve işe koyulmalıyız.

Bütün dinler…
Dinlere ve İslâm’a yaklaşım konusunda anlaşılmaya muhtaç bir tutum daha vardır. Bir çok akademisyen veya düşünür düzeyindeki seçkin kişinin tefrik amacıyla üzerinde çok fazla emek harcamaksızın ulaştığı; diğer tarafta içine düştüğümüz durumun da beslediği bir algı vardır. Bu, “bütün dinler” kalıbıdır.

“Bütün dinler…”

Bu ezbere yaslanan genellemeyle kurulan ve genelde hakiki bir incelemeye dayanmaksızın, bu gerekçeyle haddini de aşarak büyük iddialar taşıyan cümleler insan zihnine ve de özellikle zamanın her kesitinde farklı coğrafyalarda, farklı gelenekler içerisinde ömürlerini hikmetin peşinde koşarak tüketenlere karşı sarfedilen en indirgemeci ve en tahripkâr yaklaşımlardan biri. Daha da önemlisi sezme, anlama, açıklama ve konumlanmanın, dolayısıyla hem sezişin, hem analizin hem sentezin hem de duruşun önünü peşinen kapatma çabasındaki hoyrat bir yaklaşımın, sıkıştırılmış anlamlarla yüklü ‘efsunlu’ ama sığ ve korsan bir tamlamada, bir çırpıda, ‘kurallara uygun’ ifadesi. Tek celsede, kestirmeden ve özensiz. Bu yargıya yönelik eleştirinin, daha açıkçası muhalefet şerhinin bir yandan bu yazının hedefine yönelik kısıtlamalar açısından ancak daha önemlisi zihindekilerle dil arasındaki her insana yapışık bariyerden kaynaklanan nedenlerle de oldukça eksik kalabileceğini peşinen kabullenerek; İzzetbegoviç’in de böyle ya da buna benzer duygu ve izlenimleri hayatı boyunca taşımış olduğu söylenebilir. En azından İzzetbegoviç’i anlama gayretine düşüldüğünde doğrudan dile getirmese de, bu tür yaklaşımlara müthiş bir sabırla ve bitmez tükenmez çabayla mukabelede bulunduğu hissedilir. Aslında “Doğu ve Batı Arasında İslâm” başlıklı eseri bir yönüyle bu genellemeye de yeniden muhasebe fırsatı tanıyor.

Burada da bitmiyor !

Sosyoloji, psikoloji, antropoloji, tarih ve dahi bazı melez bilim dallarıyla birlikte felsefenin de bu genellemeci tuzağa düşebilmeleri olgusu, “Batı Havzasının geleneksel tutumu”, “oryantalizmin etkileri” veya “uzmanlık körlüğü” gibi gerekçelerle sadece kısmen açıklanabilir. Perspektiften ve yüklenilmiş ideolojiden kaynaklanan bu şartlara bağlı ‘astigmatizmin’ giderilmesi elbette mümkündür. Bunun Batı içerisinden-dışından, yaşayan-yaşamayan örnekleri de vardır. Gözlerini bilinçli bir karar veya bir şartlanmışlıkla varlığın belirli bir alanından ısrarla kaçıranlar ise başka bir grubu teşkil ederler. Bu sonuncudaki temel sorunu şartları ortadan kaldırarak çözmek mümkün değildir. Çünkü sorun, her insanın kendi iç tutumundadır. Niyetlerindedir. Niyet İzzetbegoviç’te insanı dolayısıya ahlâkı temellendiren ana hatta yegâne unsurdur. Yukarıda sözünü ettiğimiz eserinde İzzetbegoviç insanı öyle bir noktaya sürükler ki niyet adeta ‘görünür’ hale gelir. Bir yönüyle irkilticidir.

Bilim ve Felsefe

Bir de bilimin ‘fıtratından’ kaynaklanan daha dipte yatan yapısal sorunlar vardır ki, bilimin asıl bu nedenlerle, mahiyeti itibarıyle tarafsız olabilmesi mümkün değildir. Karl R. Popper’in ifadesiyle “neyi araştırdığımız” ve “hangi değişkenler üzerinde çalıştığımız” hususlarında yapılan tercihler, ki bunlar bilimsel yöntemin ana ve kurucu parçalarıdır, henüz işin başlangıcında bilim insanını, bütün iyi niyetine ve nesnellik gayretine rağmen kaçınılamaz şekilde taraflı kılar. Bu sonuncusu yani bilimin doğasından ve bilimsel yöntemden kaynaklanan ‘zorunlu taraflılık’ adı üzerinde, bilimsel çerçeve içerisinde kalındığı müddetçe kaçınılamaz ve aşılamaz bir durum halinde süre gidecektir. Çünkü bilim, bu sonuç durumlarını kendi önşartları doğrultusunda zorunlu olarak üreten bir disiplindir.

“Neyi araştırdığımız” ve “hangi değişkenler üzerinde çalıştığımız” hususları sosyal bilimlerde çok daha tartışmaya açık zeminlerdedir. Nerelere kadar uzanabildiğimiz, ne kadarını ölçebildiğimiz, ne kadarını ifade edebildiğimiz de, hakkında kesin bilgi sahibi olamadığımız, ayrı başlıklarda incelenebilecek sorunlardır.

“Niçin” sorusunun bilim ve felsefe açısından “yetkisizlik” nedeniyle dikkate alınamadığını belirtmiştik. Doğa bilimleriyle uğraşan bir bilim insanına, araştırmanın teknik kısmından bağımsız olarak “niçin onu değil de bunu araştırıyorsun” veya “niçin şu ve şu değişkenler üzerinde çalışmıyorsun da bu değişkenler üzerinde çalışıyorsun” sorularını sorduğumuzda; tahmin edilebilir ki konuyu müdrik her bilim insanı en azından aşağı yukarı ortak bir noktaya varacaktır. Aynı mutabakatı sosyal bilimlerde sağlamak hemen hemen imkânsızdır. Konu sadece toplumsal olayların indeterminist bir seyir gösterdiği yaygın görüşü ile açıklanamaz. Bu olsa olsa elde edilecek sonuçlarla bağlantılı bir açıklama olabilir. Sadece kendi iç dünyamızda kendimize sorabildiğimiz ve hakiki cevabını ancak kendimizin bilebildiği, hayatımız ve tercihlerimiz üzerinde etkisi olduğunu inkar edemeyeceğimiz”niçin” sorumuzun ve cevabına uzanan iç serüvenimizin bu alana da yansımayacağını düşünmek doğrultusunda da akli ve objektif nedenlerimiz yoktur.

Hayatının bir döneminde bilim ile de fiilen uğraşmış olan İzzetbegoviç’in bilimi çok ciddiye almakla birlikte kafasında bu düşüncelere yakın sorular veya tespitler taşıdığı da tahmin edilebilir. Onun Hakikat’e baktığı tepenin koordinatlarını kavradıktan sonra bilimin yeri ve hakikat payı daha anlaşılır hale gelebilir.

Düşünen insanların Varlık ve bilgi karşısında konumlanmaları bilim insanlarından farklıdır. Onlar bırakın bilimin ve felsefenin bize verdiği sonuçları ‘uysal’ bir şekilde kabullenmeyi, bilimin ve felsefenin yöntemini hatta bilimin ve felsefenin kendisini dahi sorgulamakla mükelleftirler. Sorgulama elbette bilim ile sınırlı kalmaz; insan üzerinde etkisi gösterilebilmiş veya gösterilememiş, ne kadar ‘şey’ varsa bunların hepsi düşünen insanın zorunlu bir şekilde ilgi sahasındadır. Kültür, dil, hukuk, ahlak, bilgi, bilim, sanat, felsefe, din, evren, Tanrı ve insanın önünde daha ne kadar mesele varsa. Enine boyuna sorgulanırlar. Bilimin yapısından kaynaklanan ‘zorunlu taraflılık’ durumu düşünce dünyasında çok daha karmaşık ama bir o kadar da meşru bir hal alır. Bilim insanı kendisini olgular hakkında bulduğu sorular üzerinde, belirlediği değişkenlerle ve zaman-mekânın belli bir kesitinde çalışmak üzere sınırlandırırken düşünce insanı için üzerinde uzlaşılabilir bir çerçeve veya yöntem belirlemek neredeyse imkânsızdır. Tarafsızlık mümkün olmadığı gibi söz konusu da değildir; perspektif vardır. Düşünen kişi hakiki olandan, gerçek olandan yanadır. Bu yönüyle İzzetbegoviç bazen yüce olarak bildiğimiz bir şeyin aslında nasıl daha yüce olduğunu veya yücelikle pek de alâkası olmadığını gösterirken, bazen de hesaba katmadığımız veya gözümüzden kaçan şeylerin de Hakikat’in bir parçası olduğunu ifşa eder.

“Bu açıdan bakarak felsefeyi sanata değil, ilme katıyoruz. Konu itibarıyla ayrı olmakla beraber ilimle felsefenin metodu birdir. Her düşünme, ilmî olsun, aynı veya benzerî istidlallere götürür. 18. asrın filozofları – akılcıları felsefe teorilerinin «geometrik» denilen (aksiomatik de denilmiştir) izah metodunu da geliştirmişlerdi. Baruh Spinoza bu metodun mucidi sayılmaktadır. Başlıca eseri olan «Etik»i, «geometrik» metoduyla -Oklid’in geometrisi gibi- yani tariflerle aksiyomlarla ve onlardan çıkan teoremlere ifade şeklini vermek suretiyle izah etmiştir. Aynı sistem Nicolas Malebranche tarafından da tatbik edilmiştir. Dünya hakkındaki öğretisini tümüyle az sayıda bedihî ve umumiyetle kabul edilen görüşlerden geliştirmiştir. Christian Wolf ise kozmoloji, ontoloji, teoloji, psikoloji, hukuk, mantık ihtiva eden sistemini rasyonalist dedüksiyon metoduyla ortaya koymuştur. Felsefe insanla ahlâkı konu olarak ele aldığı zaman da, yine tabiat zemini üzerinde kalır ve dolayısıyla matematik, geometri ve rasyonalist dedüksiyon metodlarını da tatbik edebilir.

Fakat, işte bu yüzdendir ki, felsefe, hayat hakikati hakkında ekseriya bilgisiz kalır.”

Hikmet ve Cehd

Hikmet, olabildiğince çok şeyi bütün vasıflarıyla bir arada görebilmekte, görülenlerin birini veya bir kısmını yadsımamakta, şeyler arasındaki hakiki bağlantıları, insanın sahip olduğu bütün kapasitesini kullanarak kurabilenlerdedir. İzzetbegoviç’in bu gayretini yazdığı her satırda yoğun olarak hissetmek mümkündür. İzzetbegoviç’in anlatımında bir abartı yoktur ancak anlam bir çok yerde genişleyerek, ayrışarak, sarmallaşarak, sinapslar oluşturarak ve yoğunlaşarak ilerler. Bazı paragrafların özeti ancak paragrafın kendisi olabilmektedir. Bu kesafet sıklıkla aktarımı da zorlaştırır. Buraya kadarki notlarımız, İzzetbegoviç’in duruşundan ve cehdinden anlayabildiğimiz bir kaç özellikten ibarettir.

Müslümanlar kargaşadan sonra sekizinci yüzyıldan itibaren yoğun bir şekilde böyle bir faaliyetin yani “cehd”in içerisindeydiler. Hikmet’in peşindeydiler. Bu “altın çağ”ın beşyüz hatta sekizyüz yıl sürdüğü söylenir.

Bazı müellifler tarafından taassup ile itham edilen Gazzali “ancak tahkik edilmiş ve hakkında bir kanaate ulaşılmış bir dini özgür bir iradeyle kabullenmenin iman etmek anlamına geldiğini” özellikle vurgularken; bütün öğrencilerine de “kendisi dahil hiç kimseyi taklit etmemelerini ve her birinin kendi çabalarıyla özgün anlayışlarını geliştirmeleri gerekliliğini” bir şart olarak koşuyordu. Seziş, analiz, sentez ve duruş çabaları güden bu temel ilkeler, ancak hakikate olan teslimiyetin ortak, karşıtlıkların ise fıtri, meşru ve zorunlu olduğunun, -ki muhalefetin temelleri de aslında bu temel ilkelerde yatmaktadır-, hayata bu şekilde katılmanın “İslam” olarak içselleştirilebileceği anlamına gelir. Tek tek ve bu şekilde dillendirmiş olmasalar da altın çağ müelliflerinde bu tavır ve tutum yaygındır, içkindir ve belirgindir. Bu hakikat arzusu ve hikmet açlığının, özellikle biz müslümanlar da dahil olmak üzere günümüz insanları büyük çoğunluğunun hatta entellektüellerinin İslam’a ve Varlığa bakışından, yaklaşımından ve yargısından oldukça uzak bir noktada olduğu gerçeğini gözümüze sokuyor.

Kimbilir, belki de bu kaygıyı içinde taşımakla ve mevcut kavram kargaşasına bir sınır çizmek ihtiyacıyla; İzzetbegoviç “din” ve “maneviyat” kelimelerini Avrupa’nın “religion” kelimesine yüklediği anlamın karşılığı; “materyalizm” in ise karşıtı olarak konumlandırır ve kullanır. Yine yer yer “idealizm” ve “saf din” terimlerinin kullanıldığı ve bu terimlerin de “religion” sözcüğünün taşıdığı anlama atıfta bulunduğu, onunla aynı safta veya çok yakın durdukları görülecektir. “İslam” ise bu anlamıyla dinden, yani saf dinden, yani idealizmden yani”religion”dan daha geniş; varlığın ve varlık hakkındaki bilginin bütün alanlarıyla yüzleşen, hemhal olan, gerçekliğin hiçbir kompartmanını, insanın hiçbir sorusunu yadsımayan, varlıktaki ve insandaki bütünlüğü koruyarak çözümlere odaklanan, çok daha kapsamlı bir kavramdır. Bu durumda, epistemolojik ve metafizik temellendirme ve inşa gayretleri bir yana, müslümanlara da erken dönemlerden beri musallat olan “din-dünya,” “zihin-beden,” “madde-manâ” hatta “sağ-sol” ayrımının aslında insan zihninde nasıl bir parçalanma olduğu; hakikatte ise İslam’ın bir ‘eklektisizm’ çabası değil de tam tersi parçalanan ve işlevsizleşenin, hakikatten uzaklaşanın, bu parçalanmanın yabancılaşmış sonuçları olan idealizm ve materyalizm olduğu görülecekir.

İslam, mevcudatı anlamaya çalışan, yeniden ve yeniden anlama gayretinde olan; olması gereken doğrultuda adımlamaya devam eden ve edecek olan seziş, anlayış, kavrayış, duruş ve en önemlisi, eyleyiş tarzıdır.

İdealizm-İslam-Materyalizm
İzzetbegoviç dünya görüşlerini tahkike ve tasnife giriştiğinde üç kümenin varlığından bahseder. Bunlar dinî (maneviyatçı, idealist), materyalist (maddeci) ve İslamî (ortayol, üçüncü yol) olarak isimlendirilebilir. Bu tasnifte dünyayı yorumlayış ve ele alış şekli bakımından maneviyatçılık ve idealizm gibi doğu dinleri ve Hristiyanlık Doğuya; materyalizm ve Yahudilik ise Batı’ya tekabül eder. “En eski zamanlardan bugüne kadar ortaya atılmış bütün ideoloji, felsefe, düşünce sistemleri bu üç temel dünya görüşünden birine dayanmaktadır. Bunlardan birincisine göre, yegâne veya esas varlık ruhtur; İkincisine göre ise maddedir. Üçüncüsüne gelince, o ruh ve maddenin bir arada varoluşundan yola çıkmaktadır. Çünkü yalnızca madde olsaydı, materyalizm tek tutarlı felsefe; maneviyat ise, tamamen manâsız bir tutum olurdu. Diğer yandan eğer ruh varsa, o zaman insan da vardır ve maneviyat ve ahlâk olmadan insan hayatı manâsızdır. En yüksek şekli insanda sergilenen ruh-madde birliği prensibinin adı ise, İslâm’dır.”

İnsanı ve hayatı insanın bu iki yönünü birlikte dikkate almaksızın okumaya çalışanlar, insanın sadece zoolojik özelliklerini veya sadece ruhunu dikkate alarak insanı anlamaya çalışanlar iki büyük yanlışın içine düşerler. Ya idealizm, saf din veya ruh adına biyolojik hayatı reddederler; ya da materyalizm adına insan ruhunu yani sonuç olarak zoolojik bir yapıdan daha fazlası ve benzersiz olan “insan”ı inkâr ederler. “Bazıları, tabiatı düşünerek müşahede ettikleri iç düzen ve emniyetin büyüsüne kapılmış olarak tabiatı tek hakikat ilan ederler. Başkaları da hareket noktası olarak insanı alırlar. Yıldızlarla süslü gökleri temaşa ederek insanın ruhunda yaşamaya değer veren yeni bir manâ bulurlar. Üçüncü grubu oluşturan biz ise, insanın dünyadaki eşsiz varlığını görüyoruz. Ruh ebedîdir; insan ise, zamanla sınırlanmıştır. Ve, bu zaman içinde ihmâl edilemeyecek bir vazifesi vardır (Kuran, 28/77).”

İzzetbegoviç dualizmin insanın en köklü hissiyatı olduğunu, düşünce ve bilim tarihinin bir çok büyük isminin bu sarmalın içerisinde yani ruh-beden ikiliği içerisinde adeta kaybolduğunu, felsefenin ise ikiciliğe tahammülü olmadığından en büyük ve en çok kabul gören açıklamalarını ancak insanın bir yönünü, yani ya maddi yönünü ya da ruhunu inkar ederek monist ancak eksik yaklaşımlarla sistemleştirdiklerini savunur. “Buna rağmen bu gerçek fazla bir şey ifade etmemektedir; çünkü düşünce hayata hakim olamaz, hayat ondan daha yüksektir. Haddizatında insan olmamız itibarıyle biz iki gerçek içinde bulunmaktayız. Bu varlığı biz inkâr edebiliriz, ama onların dışına çıkmamız mümkün değildir. Hayat, onu ne kadar anladığımıza bağlı değildir.”

Monist yaklaşımların yetersizlikleri ve tutarsızlıkları; pratik süreçlerinde içine girdikleri çıkmazlar İzzetbegoviç tarafından özellikle Hristiyanlık ve Marksizm pratikleri bağlamında yer yer detaylı olarak ele alınır. Bazen farkında olmadan bazen de doktrindeki bir deliğe yama koymak amacıyla gerek maddeciliğin gerekse maneviyatçılığın, teoride tutarsızlığa düşmek pahasına, kendi pratiklerinde nasıl intihallere giriştikleri detaylı analiz edilir. Böyle bir tabloda insanların kendilerini “ateist”, “saf din yanlısı”, “maneviyatçı” veya “materyalist” olarak takdim etmelerinin sadece bir kurmaca, aslında bir yönüyle de bir ‘vehim’ olduğunun; gerçekte her birinin ancak karşı taraftan aşırdığı ya da ödünç aldığı kavram ve amellerle pratikteki devamlılığını sürdürebildiğinin altı çizilir. Hem materyalizmin hem de maneviyatçılığın teorik ve pratik yönleri insanların zihin ve eylem dünyasında çelişkilerle yüklüdür. İnsanın özellikle kendisini eleştiriden uzak tutması, kendisiyle yüzleşmekten kaçınması ve benzeri savunma mekanizmaları, dünya görüşlerini her bir insan teki içerisinde ayakta tutar ve devamlı kılar. Çelişki ve tutarsızlıkları ise gömer. “Dinlerini bilimle ispat etmeye çalışan inananlar ile yüksek gayeler uğrunda fedakarlıkta bulunanlar veya Michelangelo’nun resimlerine, yahut Rodin’in heykellerine hayranlık duyan ateistler hep buraya dahildir. Nice kişiler kendi tutarlı dünyalarıyla karşı karşıya gelebilselerdi kimbilir ne büyük tereddütler içine düşeceklerdi. Materyalizm gibi saf din de, görünüşte kitlelerin teveccühüne mazhar olmalarını, herşeyden önce, insanların çoğunun, bunların gerçek manâlarını anlamamalarına borçludur.”

İzzetbegoviç’e göre şu yaşadığımız hayat dışında bir başka hayatın olduğuna dair akli delillerimiz yoktur. Ancak hayatın üretim ve tüketimden ibaret olmadığını da hepimiz bir şekilde hissederiz. Yani zihinlerimizdeki ve beyanlarımızdaki hayat ile yaşadığımız hayat daima farklılık gösterir. Bu durum her insanın ikili bir hayatı olduğu hakikatini açıkça ortaya koyar. Hayatın maddi yönlerini ihmal etmek pahasına gerçeğin peşine düşen ilim adamı ve filozofun çabası “beşeri varoluşun daha yüce bir çabası”dır. Bu “daha yüce bir çaba” bir anlamda materyalizmin zımnen inkârıdır. Hakikat, adalet ve başkalarının iyiliği için yapılan mücadeleler aslında “hayatın sonlu ve sınırlı olduğunun fiili inkârıdır.” Rahatından ve özgürlüğünden vazgeçerek, hatta hayatını feda ederek ahlaki bir zeminde yaşamış insanlar, “insan hayatının ebediliği ve daha yüksek bir anlamın varlığını” işaret ederler. Bunların kimlikleri ve feragat ettikleri şeylerin neler olduğu önemli değildir. Önemli olan “bir ebediliği ve daha yüksek bir anlamı” vurgulamalarıdır. Bütün bunlar düşünce ile ulaşılamayacak bir konuya, daha yüksek olan öbür hayat konusuna, hepimizin gözleri önünde cereyan eden olaylarla, çoğu zaman farkında dahi olunmadan verilen fiili cevaplardır. Ancak insanın asıl meselesi bir adım ötededir. “Mesele, isteyerek ve nihaî manâyı anlayarak yaşayıp yaşamayacağımızdır. İslâm’ın en derin manâsı işte buradadır.”

Eksik Okumalar: İdealizm ve Materyalizm

İzzetbegoviç, saf halleriyle incelendiğinde, insanlık tarihi boyunca varolan bu iki çizginin paralel, eş zamanlı ve özlerinde herhangi bir gelişme göstermeyen iki düşünce akımı olduğunu ifade eder. Aristoteles veya Epikuros’da başlayan ve “zevk ve acının insan hayatının büyük muharrikleri” olduğu tezi ile Platon’un “dürüst olmayan kişinin mutsuz olduğu ve cezalandırılmadığı takdirde mutsuzluğunun arttığı” tezi Antik Yunan’da ve sonrasında, bütün tartışmalara ve karşılıklı reddiyelere rağmen sistemli bir şekilde birbirini besleyerek atbaşı gidiyordu. Lukrez, Bacon, Hobbes, Gassendi, Helvetius, Holbach, Spencer, Marks ve Russel’da tipik Epikurist/Aristotelesçi fikirler; Hristiyan düşünürler, Gazzali, Malebranche, Leibniz, Fichte, Cudworth, Schelling, Hegel, Kant, Bergson ve Whitehead’de ise dolaylı bir biçimde Platon’un temel görüşleri devam ettirilmiştir. İzzetbegoviç’in okumasında insan düşüncesinin bu iki kutbu iki şeyi temsil eder: “İlerleme ve hümanizm. Ne var ki religion/saf din ilerlemeye, bilim ise hümanizme götürmez. Bunlar olsa olsa onların yan ürünleri olabilir. Çünkü gerçek hayatta ne saf din ne de saf bilim vardır. Diğer bir ifadeyle hiçbir din yoktur ki bir bakıma bilimden müteessir olmasın ve tersine, hiçbir bilim yoktur ki dinin muayyen ümitlerini muhafaza etmesin. Bu husus bir karışımın ortaya çıkmasına imkan veriyor; bir karışım ki, tezahürün ve temayülün hakiki menşei belli değildir. Aslında herşeyi aynı torbaya koyanlar ve ayrım konusunda doğru ölçüyü bilmedikleri için, bu konularda kendi zevk ve tercihlerine ağırlık verenler, en büyük çoğunluğu oluştururlar.”

Bu iki sistemden birini haklı çıkartmak için akli deliller aramak, İzzetbegoviç’e göre beyhudedir. Saf halleri dikkate alındığında bu iki düzen kendi iç mantıklarında tutarlı ve birer bütün halindedirler. Bir nokta gelir ki birbirlerine destek olmaya da başlarlar ve kendi dizgelerindeki boşlukları, rakip görüşe karşı, karşı-deliller oluşturmak suretiyle doldururlar. Materyalizm, tarihî olayların insandan bağımsız bir şekilde objektif kuvvetlerin etkisiyle meydana geldiğini iddia ederken, karşısında hemen, tarihi dahîlerin oluşturduğunu temellendiren Hıristiyan kişilikçiliğini bulur. Yine bu doğrultuda evrim karşısında yaradılış, menfaat karşısında ideal, monarşi karşısında özgürlük ve toplum karşısında şahsiyet yerini alıverir. Bu listeyi uzatmak mümkündür ancak çarpıcı bir örnekle sonlandırmak yerinde olacaktır. “”Arzuları yok edin !” diyen saf din talebinin, “durmadan yeni yeni arzuları tahrik edin !” diyen medeniyet buyruğunda karşılığını bulması kaçınılmazdı.” Burada bir tarafın yani saf dinin dahili bir kurtuluşu, diğerinin yani materyalizm bağlamında sosyalizmin ise harici bir kurtuluşu vaad ettiği açıkça görülür. Sonuçta her insan, özellikle pratik yaşamda öyle bir noktaya gelir ki, paralel giden ancak hiçbir zaman birbirlerine irca edilemeyen bu iki alemin de haklılığını teslim eder.

İnsanın hayatını ve kaderini bu iki alem birlikte paylaşacaktır.
İzzetbegoviç, Marksizm’in özellikle aile ve devlet kurumlarına teorik çerçevede karşı çıkmasına rağmen gerçekçi bir okumayla bunları içselleştirmek zorunda kaldığını hatırlatır. Diğer yandan saf dinin dünya ile ilgilenmeyi kötü olarak telâkki etmesine rağmen yine bir grup gerçekçi insanın pratikte sosyal adalet mücadelesine giriştiklerini de gündeme getirir. En nihayetinde paradoksal bir şekilde, Marksizm özgürlüğü, saf din ise kuvveti kabullenmek zorunda kalmıştır. “Çünkü tecrübe edilmiştir ki, aklı selimin sınırları içinde davranmak ve aynı zamanda tutarlı bir felsefeye sadık kalmak mümkün değildir.” Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Hristiyanlık kurumsallaşmış, kilise haline gelmiş; çalışma, mülkiyet, hiyerarşi, tahsil, ilim, evlilik, yasalar, sosyal adalet gibi ‘dünyevi’ kurum ve eylemleri kabul etmek zorunda kalmıştır. Diğer yandan pratikte materyalizm sosyalizm ile devletleşmiş, bürokratik-siyasal bir sistem haline gelmiş, terbiye, hümanizm, ahlak, sanat, yaratıcılık, adalet, sorumluluk gibi manevi düzenin kategorilerini ister istemez içselleştirmiştir. Bu deformasyonlar kaçınılmazdı çünkü ikisi de hayatın ancak bir tarafından tutmuşlardı. Nihai çerçevede sosyalist sistemlerin hayata tutunabilmek adına yapabildikleri şey “doktrinlerin tutarsız yorumları ve materyalizm”den başka bir şey olamadı. Uzak Doğu Sosyalist Sistemleri “kanaatkârlık” ve “büyüklere saygı” gibi mevcut dinlerin en temel iki normunu adeta tepe tepe kullanmışlardır.”Sistemin kurucuları bu gerçeği görmezlikten geliyorlar, fakat bu bir hakikattir; hakikatler ise onları tanıyıp tanımamanıza bağlı değildir. Vardırlar ve câridirler.”

Bu iki norm sırasıyla düşük hayat standardının kitleler tarafından benimsenmesine ve devlet otoritesi ve yöneticilere saygıya dönüş(türül)müştür.

Sonuçta öyle bir noktaya gelinmiştir ki, doktrinin aslî kalemleri adeta birer süs halini alırken karşı taraftan ödünç alınan kavramlar baş köşeye oturtulmuştur. Sıkıştırılmış monist doktrinler karşılaştıkları sorunları aşmanın çaresini ve hayata tutunmayı bu tip ‘borçlanmalarda’ bulmuştur. Ancak mesele burada bitmemekte, daha büyük bir problem apaçık bir şekilde ortada durmaktadır.”Bir yanda Hristiyanlığın, diğer yandan Materyalizmin, hayat için ölçü olmadıklarından veya insan tabiatına uygun düşmediklerinden ötürü, içine düştükleri güçlükten çıkış yolu bulup bulamayacakları sözkonusu değildir; sözkonusu olan karakterlerini kaybetmeden ve kendi çerçevelerinin dışına çıkmadan bir çıkış yolu bulup bulamayacaklarıdır.”

İzzetbegoviç bazı sosyalist devletlerin, materyalist felsefeyle çelişir biçimde çalışmayı ve üretimi artırmak amacıyla manevi teşvik vasıtaları kullanmalarını tutarsızlık olarak değerlendirir ve eleştirir. Yine buna benzer bir şekilde bazı değerlerin kaynağının ancak din olabileceği halde materyalist yaklaşımların bunları da rahatça kullandığını ifade eder. “Manevî münebbihler tutarlı bir materyalist felsefe ile asla izah edilemez. Hümanizm ve hümanist parolalara, adalet, eşitlik, hürriyet, insan ve vatandaş hakları ile ilgili olarak söylenenlere de bakarsak durum yine buna benziyor. Bunların hakikî kaynağı ancak din olabilir.”

Bu konudaki eleştirilerini şöyle sürdürür: “Vakıa kabul ettiği örneğe tutarlı bir şekilde uymamak hakkı da dahil olmak üzere en iyi telakkî ettiğine göre yaşamak herkesin hakkıdır. Fakat dünyayı doğru anlamak için dünyayı hareket ettiren ve idare eden fikirlerin menşe ve manâsını bilmek de elzemdir. Çeşitli “aşikârlıklar” ve sözde umumî olarak kabul edilen anlayışlar bu husustaki araştırmalar için en büyük tehlikedir. Güneş, Arz etrafında dönmüyor, bunun tam tersi “apaçık” görünüyor olduğu halde. Balina ekseri insanların zannettiği gibi, balık değildir. Materyalizmle hürriyet ısrarlı tekrarlanmalara rağmen, beraber yürümez. Düşünce ile eylem arasındaki tutarsızlığın artmasına rağmen, “şey”ler nasılsa öyle kalır, ama fikirler âlemde, zahirî ve geçici anlamlarına göre değil, fakat orijinal anlam ve mahiyetlerine göre tesir icra ederler.”


Bütüncül Okuma: İslam

İzzetbegoviç’e göre maddi ve ruhi yapımız insan hakikatimizin iki özelliğinden ibarettir. Bu iki özelliğin birini inkâr ederek insanı açıklamaya çalışmak işin başlangıcında, teoride mümkün olsa da, pratiğe girildiğinde her iki teşebbüs de büyük çıkmazlar içerisine girecektir. Muhtelif uygulamalarda görüldüğü gibi, pratik zorlukları aşmak ancak rakip doktrinden bir takım intihallerle, ödünç kavramlar ve uygulamalar devşirmekle mümkün olabilmektedir. Halbuki gerçeğin apaçık görünümleri olan bu iki özelliğe insan nokta-i nazarından bütüncül bir şekilde bakmak mümkündür. “Bu iki âlemi zaman bakımından ayrı, fakat birbirinin devamı olarak veya mahiyetleri ve manâları itibarıyla değişik, fakat aynı anda bir arada mevcut olarak telâkki etmemiz mümkündür.”

İslâm bakış açısı bu parçalanmanın önüne geçmek ve bütüncüllüğü koruyarak hayata geçirmek anlamını taşır. “Öyle görünüyor ki, temizlik ile ibadeti birleştiren ve namaz ile insanları birlik haline sokan faktörün esasında, hayattaki ruh hürriyeti ile tabiatın determinizmini birleştiren aynı ilham vardır. Kuvvetli bir seziş kabiliyeti, yalnız namaza bakarak bütün İslâm’ı, İslâm’dan yola çıkarak da dünyanın umumî dualizmini yeniden kurabilir.” İnsanın içine düştüğü en büyük hatalardan biri doğada gözlediği determinizmi insana da taşıma gayreti olmuştur. Bir başka ifadeyle, insanı bu deterministik (cebri) ilişkiler içerisine hapsetme girişimi büyük trajedilerle sonuçlanmıştır.

“Avrupa’nın orta yolu bulma kabiliyeti hiçbir zaman yoktu./…İslâm’ı Avrupa’nın ıstılâhatıyla ifade etmek hemen hemen imkânsızdır. Namaz, zekât, halife, cemaat, abdest gibi İslâmî terimler; dua, vergi, hükümdar, toplum, yıkanma ile aynı manâda değildir.” İslam’da hiçbir ibadet sadece manevi boyuta indirgenmemiş, hiçbir dünyevi kurum veya eylem de salt maddi çerçeveye hapsedilmemiştir. Her edimimizin iki alemle de doğrudan bağlantıları vardır; insanın iki özelliğine de hitap eder.”Özünü gözönünde tutarak diyebiliriz ki, İslâm dünyanın esas özelliği olan bu dualizmi evvelâ anlamak ve kabul etmek; ondan sonra da onu yenmek yoludur.” Böyle bir çaba içerisinde “dinî” ve “dünyevî” tanımlamaları ya da sınırlandırmaları ortadan kaybolmaktadır. Aslında, İslâmî olanda birleşmektedirler.

Yine böyle bir yaklaşım İslam’ın asli amacını özetler, her an yeniden ve yeniden okumalarla karşı karşıya geliriz. Elimizdeki bir reçete değildir. “”İslâmî” terimiyle hazır çözümden çok metot kastedilmekte ve bu terim birbirine zıt umdelerin sentez prensibini dile getirmektedir.” Bir yandan dünyayı yani maddeyi, bir yandan Kitab’ı yani manâyı anlamada derinleşerek hikmet yolunda mesafe katederiz.

Bir çok düşünürün İslam Dünyasının bir duraklama içerisine girdiği ve donduğu tespitinin doğru bir tespit olduğunun altını çizen İzzetbegoviç bunu, “tamamlanmış” tabirinin bir metod olarak değil de bir doktrin olarak anlaşılmasına bağlar. Üzerinde biraz düşünüldüğünde bir kapalı sistem olarak “doktrin”den ziyade “metod”un, İslâm’ın dinamik, ucu açık ve sentez eğilimini daha iyi yansıttığı görülecektir.”İslâm’ın din ile materyalizmin bir sentezi olduğunu ve Hristiyanlık ile sosyalizm arasında merkez noktasında bulunduğunu ifade eden tarif çok kabadır ve ancak şartlı olarak kabul edilebilir.” Bu merkeziyet, basit anlamda aritmetik bir ortalama olarak anlaşılmamalıdır. Meselâ, namaz, zekat, abdest parçalanamaz bir duygu olmak yanında tek bir kelime ile ifade edilebilirken, mantık zaviyesinden bakıldığında ikili bir durumu yansıtmaktadır. İşte bu durum, insan ile bir paralellik arz eder. İnsan aynı zamanda bunların ölçüsü ve izahıdır.

“Kuranın alelâde bir okuyucu veya bir tahlilciye sistemsiz göründüğü ve birbirine zıt unsurları biraraya getirdiği intibaını uyandırdığı malûmdur. Ne var ki Kuran, edebiyat değil, hayattır. Dolayısıyla ona bir düşünce tarzı değil, bir yaşama tarzı olarak bakmaya başlanır başlanmaz güçlük ortadan kalkar ve bu yanlış intibalar da değerini kaybeder.”
İnsanın hem maddi hem de manevi yönlerini bütünleştirerek hayatı kavrayan ve yaşayan İslâm, hem materyalist hem de maneviyatçı kesimler tarafından farklı görülecektir. “Materyalistler İslâm’ı her zaman sadece din ve mistik olarak (“sağ” temayül); Hristiyanlar ise sosyal ve siyasî bir hareket (“sol” temayül) olarak göreceklerdir.” Bir nakisa olarak kabul etmemekle birlikte bu tespitlerin haklı yönleri ortadadır. İslâm kendisini sağda veya solda görmez; daha da ötesi bu iki anlayışı da haklı ve eksik olarak telakki eder. “İslâm sosyalizmle Hristiyanlığın hakikat paylarını sadece tanımakla kalmıyor, bilakis üzerinde ısrarla duruyor. Çünkü, eğer sosyalizm yalansa, o zaman İslâm da tam hakikat değildir. İslâm’ın doğruluğunu ispat etmek sosyalizm ve Hıristiyanlığın doğruluğunu ve aynı zamanda hakikatlerinin noksanlığını da ispat etmek demektir. Şu tarihî anda İslâm’ın özel durumu işte budur. Bu iki dünyadan birinin red veya imha edilmesinde İslâm’ın mutlaka şansını görmesi icap etmez. Onun üstünlüğü onların hakikat paylarını tanımasındadır.”

“Aynı dualizm izlenimi içten bakıldığı zaman da gözlenir: Temel İslâmî müesseselerden hiçbiri ne saf din ne de bilime (siyaset, iktisat, dış dünya) ait de değildir.” Caminin bir mabed veya bir okul veya bir toplanma merkezi olarak tanımlanması eksik kalacaktır. Cami, bunların toplamından daha fazlasını temsil eden bir anlayışı, hayatı birleştiren bir tarzı yüklenir.

Yine içeriden bakıldığında bir şeyin daha farkına varırız. “Mutasavvıflar daima İslâm’ın manevî, akılcılar ise dünyevî tarafını vurgulamışlardır. Her iki grubun İslâm’la güçlükleri vardır. Bu da, sırf İslâm’ı yaptıkları tasniflere muvaffakiyetle yerleştirmelerinin mümkün olmamasından ileri gelmektedir. Titizlikle baktığımızda, ne mistikler, ne de akılcılar esas itibarıyla müslümanlığı kuşatıcı bir biçimde kavramış değillerdir.” Bunların birincisinde İslâm “saf din”e, ikincisinde ise “salt bir siyasi hareket”e dönüşmektedir. “Birinde siyasî yönü ihmal ederek ve kendimizi dinî mistisizme vererek üstünde durduğumuz zemini kaybediyor ve zımnen baskı altında yaşamağa ve köle olmağa “evet” diyoruz. Öbür taraftaysa, İslâm’ın manevî yönünü ihmal etmekle biz, evrensel kültür sahasında manevî bakımdan herhangi bir kuvvet olmaktan çıkıyoruz.” Halbuki Kur’an meseleyi hakikatle bağlantısı kopmuş, herhangi bir hedef etrafında örgütlenen bir topluluk olmak şeklinde ortaya koymamıştır. Mesele sadece farklı bir mensubiyet yaratmak değildir. Asıl mesele “iyiliği sahiplenen ve kötülüklerle mücadele eden,” manevi bir görevi üstlenen topluluk haline gelebilmektedir.

“İstikbal ve pratik İnsanî çabalar bakımından İslâm, bedenen ve ruhen ahenk içinde bulunan insanları yetiştirmek ve kanunları ile sosyo-politik müesseseleri bu ahengi muhafaza edecek şekilde kurulmuş olan bir toplumu meydana getirmek için yapılan bir çağrıdır. İslâm durmadan iç ve dış muvazenenin tahakkukunu arar veya araması icap eder. Bundan daha tabiî ve fakat imkânları daha az araştırılmış ve tecrübe edilmiş hiçbir talep yoktur. Bu hedef bugün de İslâm’ın önünde duruyor. Onun tarihî görevi işte budur.”

“Doğu ve Batı arasında geçmişte birçok defa bir köprü vazifesini görmüş olan İslâm, kendi öz vazifesini müdrik olmalıdır. Geçmişte eski medeniyetler ile Avrupa arasında tavassutta bulunmuş olan İslâm, bugün, bu dramatik çıkmaz ve alternatifler zamanında, parçalanmış dünyada, aracılık rolünü tekrar devralmalıdır. Üçüncü, yani İslâmî yolun mânâsı işte buradadır.”

İzzetbegoviç “Kur’an edebiyat değil, hayattır” diyor, İslam’ı da pratiğin ihmal edilemez olduğu bir kavrayış ve yaşayış olarak tanımlıyordu. Çok az sayıdaki düşünürde veya siyaside görebildiğimiz bir özelliğin, “yazdıkları ile yaptıkları” arasındaki tutarlılığın adamı olarak yaşadı. Hayatı bir çalışma, amel, edim alanı olarak değerlendirirsek kaleme aldıklarının aynı zamanda yaşanabilir olduğunu da en zor şartlara rağmen kanıtladı. “Doğu ve Batı Arasında İslam” başlıklı eserinin giriş kısmında bu çalışmasının İslam’ı bugünkü nesillere aktarmaya matuf bir “tercüme” denemesi olduğunu ve kusursuz bir tercümenin olamayacağını ifade etmişti. Bizim bu kısa ve mütevazı çalışmamız ise bir “tercümenin tercümesinin özeti” girişimidir. Tercümenin kusursuz olamayacağına katılmakla birlikte özetin ‘muhakkak’ surette eksiklikler taşıyacağını hatırlatmak isteriz. İzzetbegoviç’i anlamanın en iyi yolu onu aracısız dinlemek; parmak bastığı noktaları kendi açıklamalarımızı ekleyerek, eleştirerek hatta yeni çalışma alanlarını gündeme getirerek geliştirme çabasına girişmektir.
Zannederiz ki yapmaya çalıştığı da buydu. Allah’tan Rahmet diliyoruz.